Ana içeriğe atla

AYRILIKTA BULUŞACAĞIZ

Mart, 2017
Ünlü tiyatro oyuncusu Fırat Tanış ve Sevinç Erbulak ile ikiliyi ilk kez bir araya getiren Ayrılık oyununu, tiyatroyu ve daha fazlasını konuştuk.

Ayrılık oyununun galası Çevre Tiyatrosu’nda gerçekleşti. Sevinç Hanım size soralım babanızın kurucularından biri olduğu Çevre Tiyatrosu’nda ilk kez oynadınız, bu size nasıl hissettirdi?
Sevinç Erbulak: Galanın orada olmasının çok romantik bir nedeni var söylediğiniz gibi. Ben kırk iki yaşımda ilk defa babamların sahnesinde oynadım. Galada da tarifsiz bir seyirci vardı. Tiyatronun kendi seyirci profili oradaydı ve bence şahanelerdi. Bir ara oyunu kesip Fırat’a “Ya çok iyi değiller mi?” diyecektim neredeyse.

Çevre Tiyatrosu bulunduğu sokağa isim vermiş, mahalleyle iç içe geçmiş bir yer. Tiyatronun sokağın 
ve insanların içinde olması sizce ne kadar önemli?
Sevinç E.: Çevre, bir miras. Buranın hâlâ devam ediyor olmasının en önemli nedeni babamların zamanında araziyi tahsis eden Hasan Zengin ve evlatları. “Bu tiyatro ben ölene kadar yaşayacak sonra da siz yaşatacaksınız,” dediği için çocukları da devam ettiriyor. Karakolluk yapmış bir AKM’mizin olması, Karaca Tiyatrosu’nun çürümeye terk edilmesi, delinin birinin Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ni yaktığı bugünlerde daha da önemli bir davranış bu. Orayı bir alışveriş merkezi yapmak yerine tiyatro olarak kalması için ısrar etmek çok değerli. Masallardaki canavarlarla savaşan ve sonunda kazanan iyi tarafın hikâyesi gibi geliyor bu bana.

Fırat Tanış: Her mahallede böyle bir tiyatronun olduğunu düşünebiliyor musun? Muktedir için ne kadar korkunç bir şey olurdu. 
Sevinç E.: Kesinlikle! Sanatın bütün dallarının o kadar etkileyici bir gücü var ki... Dünya tarihinde kelebek kadar insanın ömrü. Kelebeğin ömrü insana ne kadar kısa geliyorsa dünya tarihi için de insanın ömrü o kadar kısa. Biri bir tablo yapıyor ve beş bin yıl yaşıyor. Bununla hiçbir ölümle mücadele edemez. İbrahim Yazıcı’yı tutuklarsın ama başka şefler orkestrayı yönetmeye devam edecektir. Sanat eğer korktuğun bir mekanizmaysa elbette her sokakta bir tiyatronun olması korkunç olurdu.

Şehir Tiyatroları’nda da devletin müdahalesine sık sık tanık oluyoruz…
Fırat T.: Burada iç içe geçmiş bir durum söz konusu. Bir kere orası artık Darülbedayi değil. İkincisi orası Şehir Tiyatrosu da değil. Yani 1970’ler 80’lerdeki anlamıyla Şehir Tiyatrosu değil. Orası İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu. Yani bir devlet kurumu artık. Memurları, amirleri var.

Sevinç E.: Çok doğru bir şey söylüyorsun. Önceden kendi içinde bir yapısı, sanat yönetmeni vardı. Yeni yönetmelikle birlikte bürokratlar genel sanat yönetmeninin üstüne yerleştirildi ve son kararı her zaman bürokrasi verir oldu. Ben OHAL kapsamında FETÖ’ye yardım ve yataklık etmekten ve 15 Temmuz darbesini planlamaktan açığa alındım mesela. Bunu bana tiyatro söylemedi, devlet söyledi. Aslında orası kimsenin değil. Bir han gibi düşün, insanlar geçiyor. Şehir tiyatroları çok parlak güzel günlerden geçti. Ama diyalektik bizim ülkede tersine işliyor.

Fırat T.: Teknik problemleri çözmeden sadece alanı tasfiye edersen, kendi yandaşlarını oraya yerleştirirsen hiçbir şeyi çözmüş olmazsın. Sadece insanları değiştirmiş olursun. Mesela Şehir Tiyatroları’ndan ihraç edilen Ragıp Yavuz bir özne olarak sanattan anlar. Gerçek bir kişidir Ragıp. Ama devlet kim ki, hangi kişi ki sanatla temas halinde olsun. Devlet dediğimiz şey muhatabıyla hiçbir zaman görüşmeyen bir call-center’dır. Birileri seninle orada konuşur ve sen hiçbir zaman onunla tanışamazsın. Ve o allahın belası faturayı da her zaman ödemek zorundasındır. Devlet, ancak sanatın nesnesi olabilir. Sanat devletle ilgili bir oyun yapabilir, şarkı besteleyebilir.

Sevinç E.: Sevmezse de yasaklar!

Peki çözüm nedir sizce?
Fırat T.: Nuh Tufanı hikâyesini bilirsiniz. Her dönemin Nuh’ları vardır. Mesela Güllü Agop Osmanlı döneminin bir Nuh’udur. Sonraki Nuh belki Muhsin Ertuğrul’dur. Belki bugün de bir Nuh’a ihtiyaç vardır çünkü tufan ortada. Tufan var Nuh nerede?

Sevinç E.: Ama öyle bir Nuh olmalı ki gemisine bütün türleri koymalı. Bu dönemin nuhçukları farklı türleri içine almıyor ve soy tükeniyor. Bütün farklılıklarımızla var olabilmeliyiz. Çok yakın bir zamanda Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin kundaklandığını gördük. Böyle bir dönemde karamsarlığa kapıldığınız olmuyor mu hiç?

Fırat T.: Hayır asla. Karamsar olunacak bir durum yok. Sürece elbette üzülüyorum ama ben bugünden daha güzel zamanların geleceğinden öte o günleri göreceğime de inanıyorum. Tarih bize bunun böyle olacağını söylüyor zaten. İki bin beş yüz büyüktür 14’ten!

Peki oyuna geri dönelim. Ayrılık oyunuyla ilk kez ikinizi bir arada görme şansını yakaladık. Bu bir araya geliş nasıl gerçekleşti?
Fırat T.: Sevinç’i uzaklaştırdılar ve hemen telefonu elime aldım. (gülüşmeler…)

Oyunun yazarı Behiç Ak aynı zamanda bir mimar ve belki bunun da etkisiyle oyunun müthiş bir matematiği var. Bunun seyirciye geçmesi için de oyuncuların arasında çok iyi bir iletişimin olması gerekiyor değil mi?
Fırat T.: Evet, bunların hepsi bir araya gelmeli. İyi içerikle oyuncunun, prodüksiyonun buluşması ve denklemin tamamlanması gerek.

Sevinç E.: Ben bunu on sene önce oynasam böyle oynamazdım mesela. Repliklerimin bir milim dışına çıkmadan oynardım. Kendimi daha çok merkeze koyardım. Ama bugün meslekteki yılların etkisiyle daha farklı oynuyoruz. Provalar sırasında Fırat’a soruyordum “Bu oyun çok uzun, ben daha önce hiç iki kişilik oyun oynamadım, bloklar birbirine çok benziyor, isimler karışıyor,” diye. Ama oyunda hop birbirimizi tarihi yoldan çıkarıp ana yola geri döndürüyoruz bir şekilde. Bu da bence bu sporda –ben her oyunu bir antrenman olarak görüyorum- artık uzun zamandır terlediğimiz için mümkün oluyor. Aslında oyun oynuyoruz o sırada, Fırat bana ne diyorsa ben ona cevap veriyorum o kadar.

Fırat T.: Muhabbet ediyoruz işte yahu.

Doğaçlama var mı oyunda?
Fırat T.: Aslında oyunun her anı doğaçlama. Ama bir pist vardır o metindir siz o oyunun içinde doğaçlarsınız. Aslında bütün hikâye budur. Ama sürpriz, o an olan bir şey var mı diyorsan her oyun “o an” olur. O da tiyatronun kendisidir zaten.

Sevinç E.: Bu bilgiye de işte bu aralar varılır. Yirmili yaşlarında bu bilgiye varamazsın. O sıralarda ders kitaplarından öğrendiklerinle dolaşırsın sahnede. Aslında şu an Fırat bir hayat bilgisi anlatıyor. “O an” dediği şeyin her an olmakta olduğunu anlatıyor. Kabaca baktığında her oyun dün oynadığımızla aynı olacak ama bugün bambaşka bir oyun oynayacağız mesela.

Oyunun sonunda her seyirci kendi kıssadan hissesini çıkarıyor gibi. Siz ne dersiniz?
Sevinç E.: Seyirci de soruyor bunu. “Yemek yedikten sonra adam kaldı mı gitti mi?” diyor. “Bilmem, sence kaldı mı?” diyorum. “Bence kaldı,” diyor. O zaman kalmıştır diyorum.

Fırat T.: Sonunda belki şöyle demek istemiştir Behiç Ak: “Sıradanlıktan öteye kaçış yok.” Ne olursa olsun kadın erkek ilişkilerinden çok büyük kurtuluşlar beklememek, aşka tutucu bir gözle bakmamak, aşk yobazı olmamak lazım. En nihayetinde her şey teslim oluyor zamana. Sıradanlığa… Sıradanlık kadar büyük bir tehlike yok. Düşünsene her gün olmayan bir şey olsa ve bu çok sık olmaya başlasa birdenbire sıradanlaşmaya başlar. Son beş yıldır yaşıyoruz bunu. Birden bombalar patlıyor ve bu her gün olmaya başlıyor. Bu nasıl sıradanlaşabiliyor?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ülker Sokak’ta Lubunya Olmak

İstanbul Beyoğlu, Cumhuriyet Dönemi’nde başlayan göçlerle birlikte her çeşit topluluğa ev sahipliği yapmış, kozmopolitliğin simgesi bir semt. İçerisinde en modern ve köhne sokaklar yan yana; seçkin ve kuytuda kalmış hayatlar dip dibe yaşanıyor. Beyoğlu’ndaki Ülker Sokak ise bu kozmopolitliğin içinde trans ve transseksüellere ev sahipliği yapan, onların varoluşu açısından önemli bir mekân-dı. Ancak 1996’da yılında başlayan operasyonlarla dönemin emniyet amiri Hortum Süleyman önderliğinde mahalle “temizlendi”, translar -her ne kadar direnseler de- “sürüldü”. Bir sokağın varoluş ve yok oluş hikâyesini, bir kimliğin var olabilme mücadelesini, olayların yirminci yılında dinlemek için aktivist Demet Demir ile konuştuk.  Son Durak Ülker Sokak Demet Demir, Türkiye’de LGBTİ denilince akla ilk gelen isimlerden biri. Elli dört yaşında, otuz yıldır Ülker Sokak’ta yaşıyor ve yedi kedisi var. Ülker sokağın mazisini de bugününü de en iyi anlatacak birkaç isimden biri.  Trans ve transseksüe

Adalı Sait Faik ve Bakkal Dostu Orhan

Sait Faik; İstanbul’u çokça anlattığı hikâyelerinde, kalabalık semtleri, kenar mahalleleri, balıkçıları, kuşları, boyacıları, insanın tasasını işler. Yoksul insanları anlattığı yazılarında, “küçük insanlar” diye tabir edilenleri devleştirir adeta. Sadece anlatmakla kalmaz “kahramanları” ile dostluk da kurar. Hal böyle olunca onu en iyi kim anlatır sorusunun peşine düştük ada yollarına.  Burgazada’ya gitmek için hava biraz soğuk ama vapurdan ilk indiğinizde sizi Sait Faik Abasıyanık’ın heykeli karşılıyor ve bu içimizi bir nebze ısıtıyor. Sait Faik’in Burgazada’da annesiyle beraber yaşadığı ev şimdi müze. Müzeyi gezdikten sonra, sokaklarında dolaşıyoruz adanın. Mutlaka birileri olmalı diyorum içimden. Sokakta odun kıran yaşlı bir amca çarpıyor gözüme, “Belki de arkadaşıdır!” diyorum; ama değil. “Onun zamanına ben yetişemedim diyor,” biraz üzülüyorum. Ama müjdeyi veriyor: “Aşağı sokakta Bakkal Orhan var, ona gidin, beraber balığa giderlermiş o anlatır size,” diyor.  Burgazada’da

Kanıksadığımız Orhan Veli

Mart, 2016 Şeref Özsoy, Türkiye’de Orhan Veli ile ilgili en büyük koleksiyona sahip birkaç kişiden biri. İlk kez çocukluğunda ilkokul öğretmenin verdiği kitapla tanışmış Orhan Veli ile. Şu an kütüphanesinde ilk baskı Orhan Veli kitapları, yaptığı çevirileri, yazdığı ve çıkarttığı dergiler, O'nun hakkında yazılanlardan oluşan kitaplar, şiirlerinden bestelenen şarkıların yer aldığı plaklar oldukça büyük bir yer kaplıyor. Bunun yanı sıra Özsoy, Orhan Veli hakkında kitap yazmış ve büyük bir özveriyle şiir evi açmış. Tüm araştırmalarının ardından “Orhan Veli’de beni şaşırtan ya da üzen hiçbir yön olmadı” diyecek kadar da Orhan Veli’yi kanıksamış.  Biz de Orhan Veli’yi bir de ondan dinlemek için Beyoğlu’ndaki sahafına gidiyoruz. Şeref Özsoy bizim için Orhan Veli’yi anlatmaya başlıyor.  Orhan Veli’nin aruz ve hece ölçüsünü reddetmesinin sebebi sizce nedir, bunun onun hayata bakış açısıyla ilgisi nedir?  Orhan Veli, aruzu da hece ölçüsünü de iyi bilirdi. Bunu şu hikâyeyle an